29 Mart 2013 Cuma

Avak Şapat: Hıristiyanların en kutsal günleri


Apostolik Ermeni Kilisesi’nin öğretisine göre, Mesih İsa’nın
Çarmıh üzerinde can verdiği ve üç gün sonra ölümü yenerek mezarından dirilişinin kutlandığı Zadig (Paskalya Yortusu) öncesindeki hafta‘Avak Şapat’ (Büyük Hafta) olarak adlandırılıyor. Avak Şapat boyunca kiliselerde özel ayinler düzenlenir ve tövbe duaları okunur.  Avak Şapat’ın, “Mesih İsa’yı daha iyi anlayabilmek için ruhani bir yolculuk, ruhani bir Haç yürüyüşü olduğunu söyleyen Rahip Zakeos Ohanyan, kutsal günlerin anlamını anlattı.

Avak Şapat öncesi

Avak Şapat öncesinde, Mesih İsa’nın kutsal kent Kudüs’e havarileriyle birlikte girişini andığımız Dzağgazart’ı kutlarız. Aslında Mesih birçok kez Kudüs’e gitmişti ama bu, onun Kudüs’e İncil’de kendisinden bin yıl önce peygamberlerin anlattığı şekliyle mütevazı bir kral olarak bir eşşek üzerinde girişi aynı zamanda son ziyareti oldu. Çünkü bir kaç gün sonra çarmıha gerilecek ve ölecekti.
Kutsal Kitap’ta, Tanrı “ ‘Rabbin adıyla gelen kutsaldır’ diyeceğiniz güne kadar kutsanmayacaksınız” diyor. İncil’den önceki eski metinlerde, Mesih’in bir gün bir eşek üzerinde Kudüs’ün kapılarından içeri gireceği ve halkın onu büyük bir coşkuyla karşılayacağı yazılmıştı. Dzağgazart, insanlığın kutsandığı gündür.
O güne ‘Dzağignerov Dzartarvuatz’, yani çiçeklerle süslenmiş ‘Dzağgazart’ olarak adlandırırız, çünkü halk Mesih İsa’yı, Kudüs’ün girişinde zeytin dallarıyla karşılamıştır. İnsanlar o kadar coşkuludur ki üstlerini çıkarıp kıyafetlerini onun yoluna sererler. Sürekli olarak barış ve kardeşlik mesajları veren Mesih İsa’nın, barışı
simgeleyen bir çiçekle karşılanmış olması anlamlıdır.
Bu Pazar da kiliselerimiz zeytin dallarıyla süslenecek ve Dzağgazart’ı kutlayacağız.

Avak Yerguşapti

Avak Yerguşapti (Büyük Pazartesi) günü özellikle andığımız bir şey yok ancak Avak Yerekşapti (Büyük Salı) günü Dası Gusanatz (‘On Bakire’) meselini hatırlıyoruz. Bu meselde, beşi akıllı, diğer beşi ise fazla akıllı olmayan on bakire, kandillerle, bir düğün için damadı karşılamaya gider. Akıllı olanlar yanlarında yedek yağ alır, diğer beşi ise almaz. Damat biraz gecikince, akılsız olanlar yağ almak için geri döner ve düğün şölenini kaçırırlar, akıllılar ise damadı karşılayıp şölene katılır.
Büyük Salı’da akşamüstü saat beş sularında ‘Dası Gusanatz’ ayini olur ve bu meselden almamız gereken dersler vaaz edilir: On bakire aslında bizleriz, akıllı olup olmadığımız da ruhsal ve manevi yolculuğu ne kadar ciddiye aldığımızla ve ne kadar hazırlıklı olduğumuzla ilgili. Kandillerimiz inancımızı, kandilin içindeki yağ da sabrımızı, sevgimizi ve Tanrı’ya bağlılığımızı simgeliyor. Bu, bize, Tanrı’ya sadıksak, güvenilir imanlılarsak, bu ruhani hayatı layıkıyla sürdürebilmek için elimizden geleni yapıyorsak, bize bir gün o şölene alınacağımızı gösteriyor.
O gün, kilisede on kızımıza şabik giydiriyoruz, hepsinin elinde, yanar vaziyette kandiller oluyor.

Avak Hinkşapti

Ancak Avak Hinkşapti (Büyük Perşembe), kilisenin çok yoğunlaştığı bir gündür. Sabah ‘Intıryatz Badarak’ı gerçekleştiriyoruz yani Mesih’in son akşam yemeğini hatırlıyoruz. Mesih İsa, annesi Meryem ve 12 havarisiyle birlikte son kez bir araya geldiği yemekte Surp Badarak’ın (Kutsal Sunu ayini) sırrını açıkladı. Ekmeği ve şarabı kutsadı; ekmeğin günahlarımıza karşılık olarak sunulan bedeni, şarabın ise günahlarımızın bağışlanması ve Tanrı’yla barışabilmemiz için sunacağı kanı olduğunu söyledi. Bu yüzden, ‘Intıryatz Badarak’ çok önemlidir. Yedi haftalık Büyük Oruç’un ardından ilk kez Horan’ın (sunak) perdeleri açılır ve kendini ruhani anlamda hazır hissedenler günahlarını itiraf edip kutsal sofraya yaklaşarak komünyon alır.
Akşamüstü de ‘Vodınlıva’ (ayak yıkama) ayinini yaparız. Mesih İsa tek tek öğrencilerinin ayaklarını yıkamış ve öğrencilerine “Ben sizin öğretmeninizim, Rabbinizim ve efendinizim ama bakın, bir hizmetçi gibi ayaklarınızı yıkıyorum. Ben böyle yapıyorsam, siz de bu şekilde olmalısınız” diyerek, onlara tevazu dersi vermişti. Her Hıristiyan’ın hizmet etme, Mesih İsa’yı temsil etme misyonu vardır; muhtaç insanlara yardım etmek, onların acılarını dindirmek, gözümüzü açıp bizim dışımızdaki dünyayı da görmek...
Akşam ise ‘Havarum’ (‘Latzi Kişer’i yani ağlama gecesi) ayinini düzenliyoruz. Bu akşam bütün evlerde mercimek pişer ve içine mutlaka sirke konur. Mercimek Meryem Ana’nın gözyaşlarını, sirkeyse Mesih İsa’nın çektiği çileleri ve acıları simgeler. Kiliselerde ışıkların karartılması, Mesih İsa’nın Ketsemani bahçesinde karşı karşıya olduğu karanlığı simgeler.

Avak Urpat 

Avak Urpat (Büyük Cuma) sabahı Mesih’in çarmıha gerilişini hatırlarız. Kiliselerde Eski Ahit’ten, Yeni Ahit’ten ve havarilerin mektuplarından, Mesih’in çarmıha gerilişiyle ilgili metinler okunur. Akşamüzeri yapılan ‘Tağum’ ayininde, Mesih’in mezara konuşu dualarla anılır. Yuhanna İncili’nde şöyle anlatılır: “Arimatyalı Yusuf Mesih, Mesih İsa’nın cesedini kaldırmak için vali Pilatus’a başvurdu ve izin aldı. Yahudi geleneklerine göre kutsandı ve temizlendi, keten bezine sardılar ve çarmıha gerildiği yerde boş bir mezara koydular.”
Kiliselerde Mesih İsa’nın sembolik mezarı yapılır ve en güzel çiçeklerle süslenir. Aslında Mesih’in Tağum’una baktığımızda biz ölümü değil hayatı hatırlıyoruz, çünkü o ölüler arasından üç gün sonra dirilecek ve aramıza gelecektir.

Avak Şapat

Avak Şapat (Büyük Cumartesi) günü ‘Khıtum’ yani arifedir. Kiliselerde İncil’den bazı kesitler okunur. “Krisdos Haryav i Merelotz” (İsa Mesih ölülerden dirildi) denerek, kiliselerde, horanların perdeleri açılır.
Yumurtalar Surp Zadig’den bir-iki gün önce boyanır, çünkü yumurta dünyayı simgeler. Mesih İsa’nın dökülen kanı bütün dünyayı kapsar; bütün insanlık onun kanıyla kutsanmış ve arınmış olur. Paskalya; Zadig, Harutyun, Artin ve Arto isimli kişilerin isim günüdür aynı zamanda.
Yedi haftada hazırlandığımız SurpZadig’i, yedi hafta boyunca kutlarız. Surp Zadig’den sonra “Merhaba” yerine “Krisdos Haryav i Merelotz” ve cevap olarak da “Orhniyale Harutyun Krisdosi” (İsa’nın Dirilişi kutlu olsun) diyoruz.

21 Mart 2013 Perşembe

Çalgıcı, bestekar, kemani Tatyos Efendi


Osmanlı döneminde birçok Ermeni bestekar,şarkıcı,oyuncu ve sanatın her alanında gelişme gösteren sanatçılardan olan ve ölümünün yüzüncü yılı olan Tatyos Efendi, klasik Osmanlı müziğinin en önemli bestecilerindendir. Asıl adı Tateos Enkserciyan'dır.1851'de İstanbul Ortaköy'de doğmuş ve Ortaköy'deki Ermeni ilkokulunu bitirdikten sonra bir çilingirin yanına çırak olarak işe başlamış , ancak musıkiye olan aşırı merakından dolayı bu işleri bırakmış ve harçlıklarından biriktirdiği para ile kendisine ucuz ve kullanılmış bir kanun satın almış. Üç kız kardeşi vardır ve babası Ortaköy Ermeni Kilisesi mugannilerinden Manokyan'dır.

Müzik aşkı çocukluk yıllarında başlamış

Esnaf bir ailenin çocuğu olan Tatyos, daha sonra dayısı Movses Papazyan'dan ilk musıki derslerini almış kanun öğrenmeye başlamıştır. Bir süre amatör topluluklarda çalmış, aile toplantılarına da katılmış ancak kemana geçmek istemesiyle kanun çalmayı bırakmıştır. Tatyos Efendi kemanı, Âma Sebuh'dan öğrenmiş, ayrıca Asdik ve Civan kardeşlerden aldığı derslerle musıki bilgisini arttırmış, pek çok fasıl geçmiştir.
Galata'da Pirinç'çi gazinosunda çalışmaya başlamış, Karakaş, Tanburi Hovagim, Kanuni Şemsi gibi ünlü sanatçılarla uzun yıllar beraber olmuş ve fasıllar idare etmiştir. Fasıl musıkisi içinde de çok önemli besteleri olmuştur. Ahmet Rasim Bey, Civan ve Andon kardeşler gibi tanınmış sanatçılarla uzun yıllar birlikte olmuş ve çalışmıştır. İyi bestekâr olmasına rağmen sazendeliğinin zayıf olduğu söylenirdi. Fakat çok iyi nota bilmesinden dolayı da bir nağmeyi anında yazabilen bir besteci ve aynı zamanda da iyi bir şairdi. Pek çok eserinin sözlerini kendisi yazmıştır. Karciğar, suznak, rast peşrevleri; hüseyni, suznak, rast semaileri ve birçok şarkısıyla Osmanlı musıki repertuarına da başarılı eserler kazandırmıştır. Makamların geleneksel özelliklerini yansıtan Tatyos Efendi, Arşak Çömlekçiyan, Nasibin Mehmet Yürü, Mustafa Sunar, Münir Mazhar Kamsoy gibi birçok müzisyene meşk etmiş, Abdülkadir Töre'ye de keman dersleri vermiştir.

Tatyos Efendi son yıllarında kara sarılık diye adlandırılan bir çeşit karaciğer sirozuna yakalanmış ve artık çalışamaz duruma gelmiştir. 16 Mart 1913'te 55 yaşında, genç denilebilecek bir yaşta vefat etmiş yakın arkadaşı olan Ahmet Rasim Bey'in topladığı az sayıda kişinin katılımıyla yapılan bir cenaze töreninden sonra Kadıköy Uzunçayır Ermeni Mezarlığı'na gömülmüştür. Kilise defterindeki ölüm kaydında 'Tatyos 1913-Çalgıcı' yazılmıştır.

Ahmet Rasim Bey, sözlerini de kendisinin yazdığı uşşak makamındaki bestesinin “Gamzedeyim dev bulmam/ Garibim bir yuva kurmam/ Kaderimdir hep çektiğim/ Ağlarım hiç reha bulmam” güfteli eserine “Onun ömrünün hasılasıdır” diyor. Tatyos Efendi'nin bir diğer ünlü eseri de “Mani oluyor halimi takrire hicabım”dır.

Tatyos Efendi, klasik Osmanlı müziği repertuarına çok sayıda şaheser kazandırmış, sekiz peşrev, altı saz semaisi, ve çeşitli makam ve usullerde bestelediği altmışı aşkın şarkısıyla Osmanlı müziğinin en önemli bestecilerindendir.


'Bestekar Karnik Garmiryan Hayatı ve Eserleri' kitabında Karnik Garmiryan'ın oğlu Ara Garmiryan Tatyos Efendi'den ve babasından müzikle ilgili aldığı derslerden unutulmaz anıları anlatıyor:
''Babamla beraber çalışmak benim için büyük bir zevkti. Ermeni notalarını öğretmek için her çağırdığında sevinçle koşardım. Derslerde ''peşrevlerden'' faydalanırdı. Tabii ki kendi sevdiği parçaları seçerdi. Bunların başlıcası, bana da sevdirmeyi başardığı, Kemani Tatyos Efendi'nin kürdili hicazkar peşreviydi. Dersleri, küçük anektod ve hatıralarla renklendirirdi. Bu peşrev o kadar sevilirmiş ki onu icra ederken bütün sazendeler aşka gelir, üçüncü haneden dördüncüye geçmeden, kanun, keman, ud ve klarnetin her biri haneyi ayrı ayrı, solo şeklinde yorumlar, sonra heyetteki bütün sazlar birlikte dördüncü haneye girermiş. Bu, Batı müziğindeki ''kadans''ı ya da daha doğru ifadeyle Maurice Ravel'in Bolero'sunu anımsatan bir tarzdı. Bir keresinde dei bir heyette, kemancı, besteci olduğunu bildği babamı dinleyicilerin arasında görünce, o solo kısmı gözlerini babamın gözlerinden hiç ayırmadan çalmış ve babam heyecandan bayılıp, yere yıkılmış.
Yine böyle samimi bir anımızda, ben henüz 10-11 yaşında ufak bir çocukken, babam yine Kemani Tatyos'un ''Sakın geç kalma, erken gel'' adlı şarkısının hikayesini anlatmıştı. Tatyos, çok sevilen bu şarkıyı, her sabah kendisini yolculayan karısının sözlerinden esinlenerek bestelemişti. Kadıncağız, işten sonra ''biraz'' efkar dağıtmaya alışık kocasını her gün geç saatlere kadar beklemekten yorgun ve bıkkın, sabahları onu hep ''Sakın geç kalma, erken gel!'' diye uğurlarmış.''

14 Şubat 2013 Perşembe

Müzikle geçen dolu dolu bir yaşam


Türkiye’de sinemanın gelişiminde gayrimüslimlerin önemli bir rol oynadığı;gerek kamera önünde, gerek kamera arkasında birçok Ermeni, Rum ve Yahudi emekçinin yer aldığı biliniyor. Sinemaya gönül veren Ermeniler arasında, ün kazanmış Aram Gülyüz, Nubar Terziyan, Krikor Cezveciyan, Kevork Türker gibi ün kazanmış isimlerin yanı sıra, Yeşilçam’da yan rollerde boy gösteren Ermenilerin de sayısı da bir hayli fazla. Bunlardan biri olan Ara Hamparyan, müzik sayesine dolu dolu geçen yaşamını, sinemanın ünlü simalarıyla aynı filmlerde rol alarak taçlandırmış.
Doğma büyüme Kumkapılı olan Hamparyan, küçük yaşta müzikle ilgilenmeye başlamış: “12 yaşıma geldiğimde annem ve babam bana bir mızıka aldı. Radyoda ne dinlesem onu hemen mızıkayla çalıyordum. Mahallemizde düğün salonlarında çalışan komşularımız, ahpariglerimiz vardı. Bazen beni de yanlarında götürürlerdi. Önceleri sahnenin yanında bir yerde otururdum. Ermenilerin düğünlerinde, nişanları olduğunda ben de çıkıp iki-üç Ermenice şarkı söylerdim.”
Mızıkanın ardından akordeon çalmaya başlayan Hamparyan, dönemin süper starı Ajda Pekkan’ın hemen hemen tüm şarkılarının altında imzası bulunan ünlü aranjör Norayr Demirci’den ders almış:
                                                                                                             
“Sonra bana akordeon aldılar – hem düğünlerde onlara eşlik edeyim, hem de askere gittiğimde biraz rahat olayım diye... Gedikpaşa’da hoca da tuttular bana. Ünlü aranjör Norayr Demirci öğretti bana akordeon çalmayı. Öğrendikten sonra mamama artık hocaya ihtiyacım kalmadığını söyledim, çünkü nota okuyup çalmayı hiç sevmezdim. Hâlâ da sevmem, hep kulaktan çalarım.
Mamam aslında benim çalgıcı olmamı hiç istemez, eğitimime ağırlık vermemi isterdi. Bir yandan okula devam ediyordum ama okul çıkışında çarşıya gidip, dayımın yanında, kuyumculuk atölyesinde çalışıyordum. 16 yaşıma geldiğimde sürekli olarak düğün salonlarında çalmaya başladım.”
Hamparyan, müzisyenliği sayesinde, askerde rahat etmiş:
“Askerliğimi Edremit’te yaptım. Gider gitmez, orkestrada eksik var diye, beni orduevindeki orkestrada görevlendirdiler. Orkestra beş kişiydi ve dördümüz Ermeni’ydik: Avedis, Toros, Ardaş ve ben. Mesleğimden ötürü askerliğim rahat geçti.”
Yeşilçam günleri
Dönemin ünlü restoranları, otelleri ve gece kulüplerinde sahne alan Ara Hamparyan,çeşitli sinema filmlerinde de oynamış: “Eskiden, sinema salonlarında, film aralarında orkestra sahne alırdı. Biz de Kumkapı’daki Azak, Kadırga,İncirdibi ve Nişanca sinemalarında, açık havada, hem kendi grubumla, hem de düğün salonlarında birlikte çalıştığım arkadaşlarımla birlikte sahne alırdık. Arada filmlerde oynamamız da istenirdi. Mesela Cüneyt Arkın ve Necla Nazır’la ‘Birkaç Güzel Gün İçin’ filminde küçük bir rol oynadım, Arkın ve Nazır’ın evlendikleri sahnede akordeon çaldım. Başrolde Kemal Sunal’ın oynadığı ‘Şabaniye’ filminde de, orkestradan arkadaşlarla birlikte sahne aldım. Tarık Akan’ın başrolünde yer aldığı ‘Yaz Bekârı’ ve ‘Öyle Olsun’ filmlerinde hem oynadık, hem çaldık.”Ünlüler kulübü Hamparyan, en parlak yıllarında, ünlülerin uğrak mekânı olan Harbiye Playboy Gece Kulübü’nde sahne almış. O günleri şöyle anlatıyor:“En güzel günlerim Playboy kulüpte, Harbiye’de geçti.Gönül Yazar, Ajda Pekkan,Ayten Alpman, Öztürk Serengil, bütün ünlüler oradaydı neredeyse. Gece 12’de düğün salonundan çıkıp oraya giderdim. Tabii, onlar benden büyüktü ama çıkardım sahneye, İtalyanca, İngilizce ve başka dillerde iki-üç şarkı söylerdim. Ne güzeldi o günler...”

6 Şubat 2013 Çarşamba

Musa Dağı eteklerinde bir köy: 'Vakıflı'

Öncelikle şunu söylemek istiyorum, benim de olduğu gibi herkesin yayasının(ninesinin), dedesinin, mamasının(annesinin) ve babasının kendi geçmişleriyle ilgili size bir çok anlatıcakları vardır. Bizim oraların çok hikayesi var benim mamamın(annemin) tarafı Hatay'lı, Samandağ'daki Vakıflı Köyü'nden bu köyü belki bilmiyorsunuzdur ama şu an hala orda Ermeniler yaşamaktadır.  Türkiye'nin tek Ermeni köyü. Babamın tarafı ise Sinop ve Kastamonulu.
Şimdi yazdıklarım mamamın mamasının yaşadıklarıyla ve bana anlattıklarıyla ilgili.
Bir sürü şey var anlatılacak ama bir yerden başlamak gerek, ilk olarak ben bu Cumartesi günü yani 9 Şubat günü kutluyacağımız 'Pun Paregentan'(Karnaval) ile ilgili yayamın, kendi ve Vakıflı Köyü'nde yaşadıklarını ve o günde neler yapıldığını anlatmak istiyorum.

''Eskiden her paregentanda muhakkak bir hayvan kurban edilirdi ve etin bozulmaması için de bir camdan diğer cama asılırdı, ona da 'Şıhritzenktzi' denirdi. Eğlenceler olurdu davullar zurnalar çalınırdı halaylar çekilirdi ne güzeldi o günler. Unutamadığım bir anım var, daha dedenle nişanlıydık Kadı dedelere giderken bizim eşşek anırmaya başladı yayam da bakın eşşek bile bayramınızı kutluyor demişti ve hepimiz çok gülmüştük.O günlerde tandırlarda 'Bandırıhutz', 'Zeytinyağlı Pigiğ' ve tatlı ekmek pişirilirdi. Tatlı olarak da 'Tzilibig' yapılırdı yani bildiğimiz lokma. Genelde akşam yemeklerinde masalarda içli köfte ve 'Agıncag' yani mantı olurdu.''

Benim en çok sevdiğim de 'Bandırıhutz', çökelek ve baharatlı ekmek diyebilirim ama tabi yayam onu tandırda mükemmel yapar. 'Zeytinyağlı Pigiğ' de bir çeşit simit gibi diyebilirim. Anlatılanlar bana göre unutulmamak üzere yazyıya alınmalı çünkü tarih bizim için çok önemli. Daha bir sürü şey var dinleyip ve de yazılacak...

4 Şubat 2013 Pazartesi

‘Teknoloji çıktı, el işçiliği öldü’



Ülker, Akbank, Pamukbank ve pek çok markanın ilk ışıklı tabelasını yapan Onnik Sürenyan, mesleğini özlemle yâd ediyor.

Ustaları giderek azalan mesleklerden biri de tabela yazıcılığı. Tabela ustası Onnik Sürenyan, 9 yaşından beri yaptığı göz alıcı tabelalarıyla İstanbul’u süsledi. 1936 İstanbul doğumlu Onnik Usta, sağlık durumu elvermediği için 10 yıl önce mesleğinden uzaklaşmak zorunda kalmış. Ömrünün 45 yılını mesleğine adayan Onnik Usta, doğuştan dezavantajlı olmasına rağmen dört elle sarıldığı işindeki başarısıyla herkesin takdirini kazanmış ve dönemin en iyi tabelacısı olarak nam salmış. Şu an 76 yaşında olan ustayla, yaşamını sürdürdüğü Surp Agop Hastanesi’nin huzurevinde, mesleğinin inceliklerini ve hayatının dönüm noktalarını konuştuk.
‘Sanatı öğrenmek için bedava çalıştım’

Ankaralı bir ailenin ortanca çocuğu olan Onnik Sürenyan’ın babası da çini ustası. Onnik Usta, mesleğinde başarılı olmasında babasının da etkisi olduğunu söylüyor. İlkokul beşinci sınıfa kadar Aramyan Uncuyan Okulu’nda okuduktan sonra tabelacılık mesleğine merak salmış. Kadıköy’de yaşayan ve ustası olan ressam Bahri Simer’den tabelalarda yazı yazmayı ve resim yapmayı öğrenmiş. Onnik Usta, “İlk zamanlar haftalık bile almazdım. Para kazanmak değil, sanatı öğrenmekti amacım. Az da olsa bahşiş verirdi ustam” diyor.
Kendini iyice geliştirdikten sonra Kadıköy Surp Takavor Kilisesi Vakfı’na ait Karaköy’deki bir handa ufak bir dükkân açmış. 1966’da abisi Artin’le birlikte ışıklı reklam imalatına başlamışlar. Onnik usta o zamanları şöyle anlatıyor: “60’lı yıllarda Karaköy, İstanbul tabelacılarının merkeziydi. Burada usta diyebileceğim bir sürü tabelacılar vardı. Bu ustaların hepsi el emeği ve göz nuru dökerek çalışırlardı.”
İşlerinin çok iyi gittiğini ve daha da büyüdüğünü söyleyen Onnik Usta sözlerine şöyle devam ediyor: “Biz abimle birlikte ışıklı reklam imalatını sürdürürken 1969’da Tophane, Boğazkesen’de avize imalatına da başladık. Baktım işler daha da büyüyor, yanıma sekreter, şoför, elektrikçi ve marangoz gibi daha birçok işçi aldım. Toplam 30 kişi birlikte çalışıyorduk. İşler iyi devam edince de 1971’de armatür imalatına başladık. 1986’da ise tabelacılığı tamamen bırakarak armatür işine yoğunlaştık.”
Onnik Usta, bugün oldukça bilinen pek çok markanın ilk ışıklı reklam tabelasını yapmış: “Ülker firmasına çok iş yaptım, arabaların üstüne reklam yazıları yazdım. Kurucu Sabri Ülker yanıma gelir nasıl çalıştığımı izlerdi. Akbank’ın, Pamukbank’ın ve daha bir sürü firmaların tabelalarını yaptım senelerce.”
‘Wilkomen Adenauer’


Uzun çalışma hayatında Onnik Usta’nın unutamadığı işlerden biri de “1958’de Almanya Başbakanı Konrad Adenauer Ankara’dan İstanbul’a gelecekti. Haydarpaşa Gar Müdürlüğü’nden beni çağırdılar. Müdür ‘Hoş geldin Adenauer’ ibareli bir bez afiş yazmamı istedi. Ancak bana pek güvenmiyordu. ‘Yazıp getireyim, beğenmezseniz parasını ödemezsiniz’ dedim. 30x1 m. ebadında Almanca ‘Wilkomen Adenauer’ ibareli yazıyı o gece sabahlayarak yazıp götürdüm ve belirtilen yere taktırdım. Müdür afişi takdim ettiğimde hayran kaldı ve birkaç defa teşekkür etti.”
Onnik Usta’nın unutamadığı anılardan biri de 1955’teki 6-7 olayları sırasında yaşadığı korku ve acı. “Olaylar sırasında evdeydim. Kardeşim hemen her akşam dondurma getirirdi. O gün uyuya kalmışım, aceleyle uyandırdı beni, yine dondurma getirmiş sandım. Ama bu sefer getirememişti. Saldırıların olduğunu söyledi, çok korkmuştuk tabii. Ama Allah’tan bizim eve ve dükkâna bir şey olmamıştı.”
Onnik Usta iş yaşamında başarılı olmasını, sosyal bir patron olmasına bağlıyor: “Yanımda çalışanların her türlü ihtiyacını karşılamaya çalışırdım. İşçilerimle birlikte her haftasonu Yeşilköy’e plaja giderdik ardından gazinoda yemeği yer eğlenirdik. Aile gibiydik.”Yurtdışına yaptığı geziler sayesinde teknolojik yenilikleri takip eden ve katıldığı fuarlardan mesleğiyle ilgili son çıkan ürünleri Türkiye’ye ilk kendisinin getirdiğini söyleyen Onnik Usta, bugün artık el işçiliğinin sona ermesinden yakınıyor: “Şunu söylemeliyim ki o zamanlar ne serigraf, ne de tampon vardı. Şimdi dijital baskılar, viniller, folyolar çıktı. Teknoloji çıktı, el işçiliği öldü.’’

Bu kez büyük balık küçük balığı yiyemedi!

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı denizlerimizdeki yaşamın geleceğini yakından ilgilendiren 3 No’lu tebliği yayınladı. Artık 24 metreden sığ sularda gırgır teknelerinin avlanması yasak. Bu sınırın “kademeli olarak” 50 metreye yükseltilmesi hedefleniyor. Adalar bölgesi ise endüstriyel balıkçılara tamamen kapatıldı.
Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü 20 Haziran’da cesur bir kararla sürdürülebilir balıkçılık konusunda kamuoyuna radikal öneriler sunmuştu. Agos’ta bu süreci başından sonuna kadar takip etmiştik. “Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği” kurucularından ve kendisi de bir kıyı balıkçısı olan Kenan Kedikli endüstriyel balıkçılığın nasıl bir yıkıma yol açtığını, Ahmet Menekşe ve Murat Kul gibi büyük gırgır reisleri ise korumacı yasaların büyük bir ekonomik yük getireceğini söylemişti. Merkez Birlik Başkanı Ramazan Özkaya dayanışma çağrısı yapmış ve denizler için korumacı düzenlemelerden başka yol olmadığını söylemişti. Gelinen son noktayı, Kenan Kedikli, Kınalıada Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Roy Oksen ve kıyı balıkçısı Hüseyin Günbatı ile değerlendirdik. Düzenlemeler her ne kadar tamamıyla tatmin edici olmasa da deniz yaşamını önemseyen herkes için bir umut ışığı oldu.
Denizin temizlenmesi lazım
Birlikte ava çıktığımız Hüseyin Günbatı ağdan topladığı pislikleri ve yakaladığı küçücük iskorpitleri göstererek “24 metre sınırı iyi olmuş, buradan beş yüz metre açılsak derinlik ancak 24 metreyi bulur zaten ama artık Marmara denizi çok pis, ağlara balık yerine taşlar, midyeler ve pislik geliyor, yakaladığımız balıklar da hep ufak; Adalar gırgır teknelerine kapatılacakmış ama önce denizin temizlenmesi lazım” diyor.
Roy Oksen ise bu kararın Türkiye’deki küçük balıkçıların mücadelesi sonucu oluştuğunu söyledi. Adalar bölgesi koruma altına alındı ama daha çoğu balıkçının haberi yok diyen Oksen bu konuda balıkçıların bilgilendirilmesinin de zaman alacağını belirtti. Diğer yandan Roy Oksen’e göre tebliğin yayımlanma süreci kötü yönetildi, büyük balıkçı ile kıyı balıkçıları karşı karşıya getirildi, oysa deniz yaşamı herkes için önemli.
Denetim şart
Kenan Kedikli de iki grubun karşı karşıya getirilmesi konusunda tedirgin; endüstriyel balıkçıların büyük bir protestoya hazırlandığını, başka bir tehlikenin de gırgır teknesi sahiplerinin milletvekilleri ve çeşitli makamları kullanarak tebliğin iptaline uğraşmaları olduğunu söyledi. Kedikli endüstriyel balıkçıların durumu kabullenmesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor “Bu zamana kadar gırgır tekneleri ile kıyı balıkçılığı yapıyorlardı, fakat bu denizlerimizi mahvetti ve balığı bitirdi, şimdi kolaya kaçmadan gerçek gırgır balıkçılığı yapmaları gerekiyor.” Kedikli alınan kararlardan umutlu, şu an her ne kadar durum vahim olsa da Adalar bölgesinde düzenlemenin etkisinin 6 ay içinde görüleceğini söylüyor, ancak bir yandan da kaçak avcılığın artacağından korkuyor: “Zaten troller vardı şimdi gırgır tekneleri de kaçak avcılık yapacak, gerekli denetim yapılmazsa alınan olumlu kararlar heba olur.”

1 Şubat 2013 Cuma

Surp Sarkis geleneğini sürdürdü

Türkiye’de, Ermenilerin yoğun olarak yaşayabildiği tek şehir olan İstanbul’da, azizleri anma günleri kiliselerde yapılan ayinlerle sınırlı kalıyor. Oysa eskiden, kırsal kesimlerde aziz günleri renki enstantanelere sahne olurmuş: Aynı günde doğan çocuklara azizin isimi verilir, geleneksel olarak pişirilen yemekler sofralarda yer bulur, misafirliklere gidilerek coşku ve sevinç paylaşılırmış. Ancak şu an görüyoruz ki çoğu ‘Aziz’ artık unutuluyor ve gelenekler yok oluyor.
Sasonluların Surp Sarkis’i
İstanbul’da yaşayan Sasonlular, geleneklerini yaşatmaya devam ediyor. 27 Ocak Pazar günü Kumkapı Meryem Ana Kilisesi’nde vefat eden akrabalarını anmak için hokehankist ayini gerçekleştirip, ardından kilise salonda ölülerin canları için kendi yörelerine özgü yemek veren Sasonlular aynı zamanda yüzyıllardır tekrarladıkları Surp Sarkis yortusuna özgü geleneklerini de yerine getirdiler. Sasonluların sofrasında Surp Sarkis gününe özel olarak pişirilen ‘Harisa’(keşkek), ‘Pokhind’ ve ‘Borani’ yer aldı. kavrulmuş yedi çeşit malzemeden öğütülmüş unu ocağa oturtulan güveçteki suya ilave ederek (bazı köylerde bu malzemeye pekmez de ilave edilmekte) lapa kıvamına gelene kadar karıştırarak ağır ağır pişirilen ‘Pokhind’in üzerine kavrulmuş tereyağı gezdirilerek servis yapılır.

Vakılfı Köylüler de Sarkis’i unutmadı

Surp Sarkis gününü, İstanbul’da yaşayan Vakıflı Köylü ve Musa Dağlı Ermeniler de unutmadı. Vakıflı Köyü Kalkındırma ve Dayanışma Derneği’nde bir araya gelen Vakıflıköylüler, kendilerine özgü yemeklerle geleneklerini yerine getirdiler. Vakıflıköylüler ve Musa Dağlılar bu güne özel ‘Kumba’ denilen bir çörek hazırlarlar. ‘Kumba’, sönmüş tandırda içinde un, pekmez, ceviz, mahlep, zeytinyağı ve karbonatla birlikte pancar yaprağına sarılıp pişirilir. Ailenin sayısına göre dilimlenir ve bir dilimine para konur. O parayı kim bulursa, yılın o kişi için şanslı geçeceğine inanılır.